Merhaba Sevgili Manşet 16 okuyucuları,
“Normalleşmeye” başlayalı bir aydan fazla bir süre oldu. Bu süreçte de en çok umutlanan, beklentiye giren sektör kuşkusuz ki hizmet sektörü -hem yeme içme hem de konaklama- oldu. Öncelikle hijyen belgelerini sağlamak, diğer gerekli belgeleri almak, konsept değiştirmek (otellerde açık büfelerin kaldırılması, cafe ve restoranlarda masaların sosyal mesafeye ve kurallara uygun ayarlanması gibi), güvenli olduklarına ilişkin kamuoyunu –dolayısıyla potansiyel müşterileri- bilgilendirmek, bu bilgilendirmeyi düşürdükleri fiyatları da içererek yapmak ve sonrasında da acaba turist gelecek mi yerli mi gelecek yabancı mı gelecek ne kadar gelecek ne kadar kalacak dışarıda yiyip içecek mi onların güvenliği, rahatı, memnuniyeti nasıl sağlanacak vb. ince ayrıntılı düşüncelere boğulmak, hizmet sektörünü halihazırda altında olduklarından daha da büyük bir stres altına soktu.
Şimdi ben bu haftaki yazımda sizlere Türk tatil beldelerinde gözlemleyebildiğim kadarıyla turizmin “yeni normal” statüsüne ilişkin bilgi vermeye çalışacağım.
Datça yazlıkçısı olarak ilk olarak buradan başlamak istiyorum. Datça, ulaşımının nispeten daha zor olmasından dolayı (ya Bodrum’dan feribot ya da keskin virajlı karayolu) oldum olası günübirlik tatilcilerin gözdesi olmaktan uzak bir tatil beldesi olmuştur. Bu yönüyle zaten nispeten “korunaklı” bir yer olmasından mütevellit bu yıl da tatilci profilinde pek bir değişiklik yok. İşletmeler genellikle dolu olmakla beraber işletme sahipleri de çalışanları da müşteriler de bilinçli. Herkes hava sıcak demeden yazlık yerdeyiz demeden maskesiz adım dahi atmıyor (en azından şimdilik). Sosyal mesafeye dikkat ediliyor. Turistler yerli ağırlıklı ve geneli yazlıkçı. Elbette geçen yıllara kıyasla mevsim normallerinin kalabalığı yok; ancak belirttiğim üzere beklenenin üzerinde turist, beklenenin üzerinde güvenlik tedbiri ve beklenenin üzerinde bilinç ve uyum var. Ancak bir önceki cümlemi yinelemek istiyorum: Turistler yerli ağırlıklı ve yazlıkçı. Yani otellerde değil ya kendi evlerinde ya da bir süreliğine kiraladıkları evlerde konaklıyorlar. Otellerin, özellikle de ufak olanların, çoğu kapalı. Tabi bir de evde kalanların dışarıda yiyip içmeye cesaret edemeyenleri evden çıkmadıkları evlerinde yiyip içtikleri için yeme içme mekânları daha boş olabiliyor.
Marmaris ve civar beldelerinden de bahsedeyim biraz. Dünyaca ünlü Turunç Koyu’nda ve İçmeler’de gerçekten içler acısı bir manzarayla karşılaştım.. Öncelikle bomboş olması beni çok şaşırttı, ancak buna rağmen her yerde jandarma tarafından maske uyarısının yapılması çok hoşuma gitti. Mekânların çoğu, hediyelik eşyacılar, cafeler vb., maalesef kapalı.. Esnaf Mart ayında kepenk indirmiş ve tamamına yakını halen o kepenkleri kaldıramamış maalesef.. Açık olan bir iki yer de gözünüzün içine bakıyor dükkânlarına girmeniz alışveriş yapmanız için. İnanması güç ama benden başka sokaklarda yürüyen yoktu, hatta koca Turunç’ta benden başka Türk yoktu.. Diyeceksiniz ki Marmaris’in asıl nüfusu yerleşik İngilizlerden oluşur zaten. Evet sürekli yaşayan İngilizler halen orada, ama daha ziyade evlerinin balkonunda bahçesinde. Açık olan bir sahil kahvesinde bir çay içmek için oturduğumda ve bir anda tüm masalar Arap turistlerle dolduğunda bunu fark etmiş oldum. Keza sahildeki açık plaj işletmeleri için de aynısı geçerli.
Orhaniye, Kız Kumu, Turgutlu Şelalesi, Selimiye ve Hisarönü, gibi beldelerde, yani Bozburun Yarımadası’nın tamamında, şöyle bir durum söz konusu: Yabancı turist yok yerli turist var, hepsinin çenesinde maske aralarında 10’ar santim mesafe keyiflerine diyecek de yok karışan görüşen uyaran da yok! Misal Turgutlu Şelalesini bilen bilir, sıkıntılı bir sürüş yoluyla ulaşılan ama ulaştıktan sonra Allah’a bu muhteşem güzelliği görmeyi nasip ettiği için defalarca şükrettiren enfes bir yerdir. Bununla beraber de ufacıktır, havuz biçiminde olan yüzme alanı dardır sıkışıktır. İşte bu daracık alanda tam da Covid zamanında maskelerini plaj çantalarına koyup suya atlayan birbiri üzerinden kulaç atarak yüzmeye çalışan bir insan güruhu ile karşılaştım.. Aynen geriye döndüm elbette.. Keza Kız Kumu plajında da farklı bir manzarayla karşılaşmadım. Orayı da yine bilen bilir, denizin ortasında upuzun sığ bir yürüme alanı vardır, hatta mitolojik bir hikâyesi de var da ona girmeyeyim şimdi, merak edenlere araştırmalarını tavsiye edeyim. Orada da sevgili okurlar, yine herkes ayağının suya değdiği yere kadar maskeli, ayağı suya değen anında maskesini çantasına cebine ya da mayosunun bir köşesine sıkıştırır vaziyette.. Hisarönü desen ne park etmeye yer var ne havlu atmaya, ne maske takan var ne denetleyen..
Bunlar benim günübirlik ziyaretlerle yapmış olduğum gözlemler. Üniversite sınavları bitti, öğrencilerin de rahatlamasıyla Ege ve Güney’e seyahat sirkülasyonu arttı, daha da artacağı şüphesiz. Dolayısıyla şartlar her gün farklılık gösterecektir diye tahmin ediyorum; zira sıradan bir yaz mevsimi yaşamıyoruz. Bu noktada da insan ne düşüneceğini ne umacağını çok da bilemiyor aslında. Sirkülasyon olsun yerlisi de yabancısı da esnafa can versin desek virüsün yayılma hızının artma riski var, dediğim gibi çok da bilinçli bir turist kafilesi yok tatil beldelerimizde. Bu yaz dişimizi sıkalım tatil yapmayalım desek esnaf zaten kan ağlıyor ekonomik durumun daha da kötüye gitme riski var, daha da önemlisi aylardır evden burnunu çıkarmaya korkan insanlar olarak tatil yapmaya ihtiyacımız var, aksi takdirde psikolojimizin daha da bozulma riski var..
Vel hasıl-ı kelam, normalleştik mi anormalleştik mi dengede miyiz biz neyiz ve nerelerdeyiz bilemiyoruz şimdi..
Sevgiyle kalın,
Dr. Nilüfer Rüzgar